Tüm zamanların en gerçek hayaleti
Unutulmayan edebi efsaneler bir liste haline getirildiğinde "Operadaki Hayalet" muhakkak orada yerini alacaktır. Aynen Stoker´ın "Dracula"sı, Shelley´in "Frankenstein"ı gibi "Operadaki Hayalet"de sinema sayesinde ölümsüzleşmiş daha sonra da Andrew L. Webber´in notalarıyla bir müzikal olarak efsaneleşerek sanatsal bir içerik kazanmıştır. Bütün bunlar "Operadaki Hayalet"in görünür, bilinir ve popülize edilmiş yönleridirler oysa perde arkasında kalan asıl gerçekler farklıdırlar ve en ilginci de "Operadaki Hayalet" gerçek bir öyküdür. Çünkü öykünün iki temel kahramanı olan Hayalet Eric ve soprano Christine gerçekten yaşadılar. Yazar Gaston Leroux, Christine´in aslında İsveçli bir opera şarkıcısı olan Christina olduğunu söylüyordu ama Hayalet´in kim olduğunu asla açıklamadı; "Ben onu tanıdım, gerçekti ama bir hayalet gibi yaşıyordu" diyerek sırrını öteki dünyaya teşekkürlerürdü.
"Operadaki Hayalet" adlı romanı yazan Gaston Leroux 6 Mayıs 1868´de sokakta doğdu diyebiliriz. Annesi Marie Alphonsine, bir seyahat sırasında Paris´ten geçerken doğum sancılarına yakalanmış ve ilk bulduğu eve sığınarak bebeğini doğurmuştu. Gaston yıllar sonra Paris´e geldiğinde doğduğu evi arayıp bulacak ve evde bir cenaze işleri firmasının çalıştığını görünce gülerek; "Ben burada bir beşikte yatmıştım ama şimdi bir tabut buldum" diyecekti. Gaston Normandiya kıyılarında büyüdü, balıkçılıkla içiçe büyüdü, iyi bir balıkçı ve yüzücüydü. Daha sonra bir dil okuluna gönderildi ve orada edebiyatla tanışarak. boş zamanlarında yazı yazmaya başladı, iyi bir öğrenciydi, öğretmenleri onun başarılı bir avukat olacağını düşünüyorlardı. Gerçekten de mezuniyetten sonra Paris´e gelerek hukuk öğrenimine başladı, bu arada küçük öyküler ve şiirler yazıyordu. Yazdığı soneler zaman içersinde tiyatrocular tarafından okunmaya başlanmıştı. 1889´da yaşamı değişti, henüz hukuk eğitimini yeni bitirmişti ki, babası öldü ve ona bir milyon franklık bir miras bıraktı. Genç Leroux kendisini bir anda, gece hayatında buldu, barlarda içiyor, kumar oynuyor ve yanlış yatırımlar yapıyordu. Bu dönemin sonunda yaşamının pahalıya malolduğunu farkedince yine yazmaya yöneldi. Durmadan yazıyordu, önceleri komedi yazdı ama yapısı gereği ciddi bir insandı ve çocukluğundan beri meraklı olduğu gizeme yönelmeye başladı. Ölümle, yaşamın sınırlarıyla, ruhun yeniden doğmasıyla ve alternativ yaşam felsefesiyle ilgilenmeye ve kendisini geliştirmeye başladı.
Hukukla, liberalizmin çatışma noktasında
Yaşamın gerçekleriyle yüzyüze geldikçe, çözümsüzlüğü daha iyi anlıyor ve insan doğasının deneyimlerle değerlendirilmesi gerektiğini düşünmeye başlıyordu. Hukuk bunun için önemli bir kaynaktı ama Leroux insanların profesyonel yargı mantığını sevmiyor ve tatmin olmuyordu. Barlarda ve Paris kafelerinde üç yıl boyunca, tartıştı, konuştu, dinledi ve her kesimden insanı tanıdı ve düşüncelerini zenginleştirdi. Bu arada L´Echo de Paris gazetesine yazmaya başladı, fikirlerini bu gazetede anlatmaya fırsat buluyordu. Birden kendisini yeni bir konunun içinde bulmuştu çok ilgisini çeken bu konu tiyatroydu ve drama kritikleri yazmaya başladı. Yazılarında kullandığı mahkeme salonlarının geçerli mantığı ilgi çekmişti, adaletin ortaya çıkarttığı insan kişiliklerini, teatral kişiliklerle bütünleştiriyor ve mahkeme salonlarıyla, tiyatro sahnelerinde oynanan rollerin ortak yönlerini sergiliyordu. Bir bombalama olayının suçlusu olan anarşist Auguste Vaillant davası Leroux için önemli bir köşebaşı oldu. Leroux´un "Le Matin" gazetesinde yayınlanan dava ile ilgili yorumları büyük ilgi çekti, davaya yeni boyutlar getiriyor ve soruşturmayı adeta yönlendiriyordu. Vaillant ile hapishanedeki hücresinde yaptığı görüşmeler sonucunda, Leroux suçluyu değil, suçu sorguluyor ve kendisinin bir hapishane antropolojisti olduğunu söylüyordu. Bu arada kendisini büyük bir tehlikenin içine atmıştı, tehdit ediliyordu ama aldırmadan liberal düşüncelerini yazmayı sürdürdü. Halk ikiye ayrılmıştı, bazılarına göre bu çok iyi bir öyküydü ve izlenmesi hoştu. Leroux, sanık ile yaptığı görüşmelerin içersinden kepçeyle çıkarırcasına vurucu yönler buluyor ve herkesi şaşırtıyordu. Kim suçluydu? Vaillant mı yoksa onun bu hale gelmesi için elinden geleni yapan toplumsal düzen mi? Sonunda, Vaillant´ın giyotine yollandı ama Leroux artık ömrü boyunca idam karşı mücadelesini sürdürecek ve liberalizmin bayrağını taşıyacaktı.
Leroux, gazetecilikten vazgeçiyor
Sonraki yıllarda Leroux "Le Matin"in devrim muhabiri ve politika yazarı olarak Asya, Afrika, Avrupa ve Rusya´yı dolaştı. Çağının tüm politik olaylarının içindeydi; Son Rus Çarı ile görüştü, Dreyfuss davasını yakından izledi, maceracı ruhunu yazılarına yansıtması ilgiyle izleniyordu, renkli, dramatik ve tavizsiz üslübu, büyük olayların tanığı olmasıyla birleşince aranılan ve istenen bir yazar olmuştu. Vezüv´ün püskürmesi sırasında kraterin içindeydi, Doğu Anadolu´daki Türk-Ermeni savaşının ve Rus-Japon savaşının merkezinde olayları yaşadı. Fas isyanı sırasında, bir Arap maşlahı giyerek dolaşan tek Avrupalı oydu, Karadeniz´e gitti Odessa ve St. Peterburg isyanlarını içinden izledi, Rus Devrimi´nin ayak seslerini yazdı. Çar ile Kayzer Wilhelm II arasındaki Baltık Denizi´ndeki gizli toplantıyı dünyaya duyuran oydu. Daha sonra Rus mahkemelerine aşçı giysisiyle girerek, olanları dünyaya duyuran yine Leroux´du. Ve olmadık bir olay, bir anda herşeyi değiştirdi. Uzun bir yolculuğun dönüşünde dinlenirken, editöründen gelen bir telefonla uyandırıldı, öfkeyle telefonu açtığında, o gece hemen Toulon limanına giden trene binmesi isteniyordu çünkü bir Fransız savaş gemisi havaya uçurulmuştu. Leroux o anda kararını verdi; telefonu editörünün yüzüne kapattı, bundan böyle sadece bir roman yazarı olarak yaşayacaktı. Yıl 1907´idi.
"Sarı Odanın Esrarı"
Leroux´nun ilk kitapları 1903´de kitapçılarda görüldü; "Sabah Hazinelerini Ararken" adlı dizi kitap daha önce "Le Matin" de yayınlanmıştı. Öykü 18, Yüzyıl´da yaşamış Louis Cartouche adlı bir hırsızın yaşamını anlatıyordu, üslüp yine aynıydı, Leroux hırsızı gizli gizli yüceltiyor ve soyulan aristokratları yıpratarak, aşağılıyordu. Ve 1907´de Leroux, "Sarı Odanın Esrarı" adlı baş yapıtını yayınladı, her ne kadar "Operadaki Hayalet" en popüler eseri olarak tanımlanmaktaysa da, kritiklere göre en başarılı romanı buydu. Roman bir cinayetin üzerine kuruludur; tamamiyle kapalı ve kilitli bir odada işlenen bir cinayeti anlatır. Odanın kapısı mühürlüdür ve içeri girilebilecek bir başka yol yoktur. Bu imkansız cinayet, Leroux´un Sherlock Holmes tiplemesinin Fransız versiyonu olan Joseph Rouletabille tarafından çözülür. Roman dedektif romanlarının öncüsü olan iki büyük yazar yani Edgar Allan Poe ve Sir Arthur Conan Doyle tarafından takdirle karşılanır. Poe´nun ünlü "Morg Sokağı Cinayeti" ile karşılaştırılmasına rağmen, farklılığı ortadadır, cinayet tamamiyle mantık oyunlarına dayanmaktadır. Dedektif Rouletabille, Leroux´nun sonraki yedi romanında daha görülecektir.
"Operadaki Hayalet"in doğumu
Ayrıca romanda, popüler Fransız edebiyatçılarının yani Stendhal, Dumas ve Victor Hugo´nun etkileri de görülmektedir. 1908´de Leroux Paris´den Nice´e hareket eder, oranın ikliminden hoşlanmaktadır ve yazmaya devam eder. Bu arada, I. Dünya Savaşı öncesinde okuma alışkanlığı doruktadır. Ama Leroux sadece dedektif romanları yazarı değildi, aynı zamanda da macera, korku ve fantastik hikayeler ve romanlar yazıyordu. 1908-1911 yılları arasında beş roman yayınladı; bunlardan birisi çok uzun bir roman olan "Sabbath Kraliçesi"siydi. 1902´de de bir oyun yazdı, uzun zaman sahnelenmeyen bu oyun bir anlamda "Sarı Odanın Esrarı"nın adaptasyonuydu. Aynı dönemde sessiz sinema yayılmaya başladı ve Leroux sinema ile ilgilenmeye başlayarak senaryo yazmaya başladı. Komşusu Navarre, ünlü "Fantoma" dizisinin oyuncularındandı, beraber çalışmalar yaparak birçok senaryo yazdılar. Leroux´nun kızı Madeleine´de filmlerde oynuyordu. Ama Leroux 1918´de sinemadan uzaklaştı ve İspanya İç Savaşı´ndaki casusluk olayları ile ilgili bir roman yazdı; bu arada da henüz yaşanmamış olan II. Dünya Savaşı´nı öngörüyordu. Kitap çok sattı ve ünü iyice yayıldı, kitapları anında İngilizce´ye çevrilerek basılıyordu. Onu ölümsüzleştiren "Operadaki Hayalet"i ise sinema merakının öncesinde, 1911"de yayınlanmış ve öteki kitapları kadar ilgi görmemişti. Ama değeri sonra anlaşılacak ve olay olacaktı.
Roman mı yoksa belgesel mi?
"Operadaki Hayalet"i, Leroux Paris Operası´nı gezdikten sonra yazdığını söyler, binanın her yerini gezmiş, bodrumlarına kadar inmiştir. Gerçekten de Paris Operası´nın altında zifiri bir karanlığın içinde labirent hücreler, gizemli bir yeraltı gölü, demir ızgaralar bulunmaktadır. Aslında bina Prusya savaşlarından kalma bir hapishanenin üzerine kurulmuştur, yer seviyesinin altına kapatılan mahkumlar gün ışığını asla göremiyorlardı. Leroux´u etkileyen diğer bir olay ise 1896´da seyircilerin üzerine düşen dev avizeydi. Sonuçc korkunçu, bir ölü ve sayısız yaralı. Leroux, binayı incelerken mimar tarafından neden yapıldığı bilinmeyen petek benzeri geçitler keşfetti, amacı anlayamamıştı ve sanki karanlık geçitlerde görünmeyen bir canlı yaşıyordu. İşte "Operadaki Hayalet" yani Hayalet Eric burada doğdu ama Leroux hayeletin gerçek olduğunu yani daha önce burayı inşa eden yarı deli, müzisyenlerden nefret eden bir mimar olduğunu iddia ediyordu. Aslında, "Operadaki Hayalet"in iyi dikkat edilirse, çok iyi bir araştırma ve geliştirme sürecinin sonucunda yazıldığı anlaşılır. Leroux bir gazeteci mantığıyla belgesel malzemeyi derlemiş, ustaca örmüş ve fondaki detayların üzerine yayarak bir roman ortaya çıkarır, hemen tüm karakterler gerçektir ve bu tür roman yazma stilinin yani gerçek kişileri kurgulaştırmanın bulucusu Leroux´dur. Okuyucu romanı okurken, gerçekle hayal arasında gidip gelir, zaman zaman da karıştırır.
O bir hayalet ama eti, kemiği var
"Operadaki Hayalet" daha başlangıcında okuyucuyu kavrar. Hayalet gerçek bir kişiliktir yani doğaüstü bir yaratık değildir ve üstelik daha da korkunçtur. Çünkü öldürmektedir, eli kolu olmayan soyut bir hayaletin aksine kan ve etten oluşmuş, kin ve nefret dolu bir çılgındır. Kitap İngiltere, ABD ve Fransa´da yayınlandıktan sonra Hayalet, org çalan veya avizenin zincirini kesen illustrasyonlarla canlandırıldı, bu şekilde somut kişiliği daha belirginleşiyordu. Öykü tipik bir Leroux girişiyle başlar, karşınıza tehlikeli, gizemli ve toplumdışı bir karakter çıkar, bunu bir opera salonunun panayırımsı tasvirleri izler ve hemen ardından bir aşk öyküsü gelir. Leroux teması hazırdır, Gizem, mekan ve aşk; bunlar karakterle bütünleşince geriye sadece kurgu kalır ve Leroux bunu çok iyi başararak, okura kitabını nefes almadan okutur. Birçok kez sinemaya uyarlanan "Operadaki Hayalet" sadece bir kez bu temaya sadık kalmış ve romandaki gerilimi izlemiştir ama bu başarının sahibi 1924´de Universal Film tarafından çekilen filmin kahramanı Lon Chaney´dir. Chaney olağanüstü bir performansla hayaleti canlandırmış hatta yaşamıştı. Gaston Leroux, bu filmi görecek kadar yaşadı ve yorum yapmadı, kendisini ölümsüz yapacak olan "Operadaki Hayalet"i en önemli kitabı olarak kabul etmiyordu...
"Zavallı Eric"
15 Nisan 1927´de Gaston Leroux 59 yaşında, beklenmedik bir anda küçük bir operasyonun ardından zehirlenerek ölerek, Nice yakınlarındaki Castle Cemetery´e gömüldü, geriye tamamlanmamış ama hemen yayınlancak olan bir roman bırakmıştı. Kendisiyle 1925´de yapılan bir söyleşide, "Operadaki Hayalet" için şöyle diyordu; ""Operadaki Hayalet" gerçektir, benim için yeterli kanıtları vardır ama kalanı ikna edici bir kurgudan ibarettir. Hayalet canlı bir insandır ama gerçek bir hayalet gibi görünür ya da davranır yani bir gölge gibidir ve bu gölge korkutucu ama aynı zamanda da inandıcı bir öyküyle bütünleşir. Uzun araştırmalar yaptım ve soruşturdum. Paris Opera´sının eski yöneticilerinden Messager ve Gailhard ile konuştum, benzer olaylar dinledim. Mimarlar, arşivciler öyküyü geliştirdiler. Nedense hep opera binalarında bir hayalet inancı vardır, bugün hala Paris Operası´nda baletlerin giyinme odasında dolaşan kederli ve korkunç bir hayalet anlatılır ve bu anlatılar romanımı etkiledi. Chaney´in oynadığı ve M. Laemmlé´nin yönettiği film bu yönde çekildi. İşin aslını isterseniz, unutulmaz karakter hayalettir yani Eric ve Eric gerçekti, elinde bir kafatası ile dolaşan, opera binasını kendisine ev yapmış biriydi ama zekası bir çocuk kadardı. Onun gerçek kimliğini kitaptaki Christine Daaé kişiliğinin ardına sakladım. O bir Quasimodo yani "Notre Dame´ın Kamburu"ydu. Opera´nın kütüphanecisi M. Joe Weil, baletlerin odasındaki hayaleti biliyor ve zor günler yaşandğını anlatıyordu ve anlattıkları gerçekti. Anlaşılmaz ve açıklanamayan bir gölge koridorlardan kayarak geçiyor ve soyunma odasına geliyordu ve inanıyorum ki eğer o bir ölüyse, hala huzura kavuşamadı; Zavallı Eric..."